Bütüncül görüntülerden evrile evrile önce şekil oradan da işarete dönüşen yazı serüvenimiz, teknolojik gelişmelerle yeniden görüntünün etkisi altına girmiştir. Önce sesi daha sonra da görüntü ve sesi aynı anda kaydetmeyi başaran insanoğlu, kitle iletişim araçları sayesinde bu kayıtları uzaklara göndermeye başlamıştır. Hele artık sosyal medyada anlık gerçekleştirilen canlı yayınlar ve kayıtlar, dünyanın en ücra yerlerinden sesli ve görüntülü haberlere ulaşma olanağı sunmaktadır, bize.
Teknolojinin sağladığı bu olanaklar sürekli yazının ve okumanın aleyhinde gelişmektedir. Kısa videolar biçimde hazırlanan görüntüler, hem yazanı hem de okuyanı, yazının zahmetli ve zaman alan zorluğundan kurtarmaktadır. Bu gelişme, aynı zamanda, bilgi edinme ve öğrenme biçimimiz üzerinde de ciddi bir etkiye sahiptir. Görüntüyü önceleyip yazıyı ikinci plana atan bu durumdan, sanıyorum, en çok gezi yazıları etkilenmiştir. Sayfalar boyunca sürecek olan bir anlatımı beş on saniyelik görüntüyle aktarmak kimin işine gelmez ki!..
Edebiyatımızda ilk gezi yazısı örneği, Ahmet Fakih tarafından 14. yıl yılda yazılmış olduğu düşünülen Kitabu Evsafı Mesacidi’ş-Şerife adlı eserdir. 339 beyitten oluşan bu manzum eserde Ahmet Fakih, hac yolculuğu sırasında Şam, Kudüs, Medine ve Mekke gibi şehirlerde günlerce kalmış ve buralarda gördüğü kutsal mekanlar hakkında detaylı bilgiler vermiştir. Ancak milli eğitimin liseler için hazırladığı resmi müfredata göre ilk gezi yazısı örneğimiz, Kaptan-ı Derya Seyit Ali Reis’in 1550’li yıllarda yazmış olduğu Mir’atü’l-Memalik adlı eserdir. Kanaatime göre bu bilgi, yeniden gözden geçirilmelidir.
MEB’in değil benim iddiam üzerinden gidecek olursak kültürümüzde yaklaşık 700 yıllık bir geçmişi var, gezi yazısı türünün. Bu uzun serüvenin son örneği, Prof. Dr. Cemal Kurnaz’ın gezi yazılarından oluşan Yurttan ve Dünyadan Haberler başlıklı kitabı. Post yayınlarından çıkan bu yeni kitap geçen hafta geçti, elime. Cemal hoca sadece iyi bir akademisyen değil aynı zamanda üslup sahibi bir kalemdir; kendisini kutluyorum. Asıl konuya geçmeden, Post Yayınevine ve yayın yönetmeni Hayri Ataş Beye de teşekkürlerimi iletiyorum.
Kitap, eskiden radyoda yayınlanan bir haber programından almış adını. Bu tür telmih içeren adlandırmaları seviyor, Cemal Hoca. Hatırlayın, kendi köyünü anlattığı eserine de Ahmet Kutsi Tecer’in ‘Orda Bir Köy Var Uzakta’ şiirine telmihle ‘Bir Köy Vardı’ adını vermişti. Cumhuriyet’in güçlü argümanlarından biri olan şiir bestelenmiş ve ilkokul yıllarımda çocuklara yönelik kutlama ve törenlerin vazgeçilmez şarkısı haline gelmişti. Yaşı ellinin üzerinde olanlar, iyi hatırlayacaktır.
Kitabın Yurttan Haberler başlıklı ilk bölümünde Bolu, Samsun, Ordu, Trabzon, Rize, Artvin, Erzurum, Sivas, Tokat, Kastamonu, Zonguldak, Mardin, Urfa, Diyarbakır, Aydın ve Kırıkkale gibi şehirler anlatılmış. Yazar sadece şehir merkezleri değil, yol üzerinde uğradığı ya da özellikle gittiği ilçeler hakkında da bilgiler aktarıyor.
Bolu öğretmenevinde macera ile başlayıp Abant’ta piknik gibi geçen bir balayı hikayesi ile giriş yapıyor, kitap. Fırtınalı bir akşamda korku dolu bir tekne turu, mutlu bir sonla biterek balayından kalan tatlı bir hatıraya dönüşmüş. Meslek ve evlilik hayatının ilk yıllarına ait yazılarda alenen şikâyet etmemiş olsa da hocanın maddi zorluklar içinde olduğu anlaşılıyor. Kolay değil tabi, asistanlık maaşıyla hem ev geçindirme hem akademik çalışmalar için çıkan masrafı karşılama hem de yeni bir hayatın başlangıcında eşinle mutlu vakitler geçebilmek için para ayırma… Çoğu akademisyenin aşina olduğu eski bir hikayedir, bu.
Aynı durumu, Prof. Dr. Mustafa İnan’ın hikayesinde de görürüz. Oğuz Atay, Bir Bilim Adamının Romanı adlı eserinde matematik dehası olan Mustafa İnan’nın akademik hayatının başlangıcında ne tür maddi zorluklar çektiğini anlatır. Benzer sıkıntılar çeken Cemal Kurnaz Hoca ile Mustafa İnan’ın bir başka ortak noktası, Divan Şiir’dir. Cemal hoca akademik çalışma alanı olarak Klasik Edebiyatımızı seçmiştir, kendine. Mustafa İnan mühendistir ama ezberinde yüzlerce divan şiiri bulunan ve Klasik şiirimize vakıf olan bir mühendistir.
Kitabın devamında hoca, kâh türküler söyleyerek kâh şiiriler okuyarak baştan başa Karadeniz’i gezdirir, bize. Her mola yerinde Karadeniz mutfağından yemekler ikram etmeyi de unutmaz.
Kendi gezdiğim yerleri başkasının gözünden okumak, hep cazip gelmiştir bana. Acaba gezdiğim ama benim fark edemediğim ayrıntıları bir başkası görüp yazmış mıdır? Diyarbakır, Urfa ve Mardin bölümlerini daha dikkatle okudum, bu yüzden. Lisans ve yüksek lisans için 6 yıl yaşadığım Diyarbakır’ın daha çok anlatılmasını isterdim, doğrusu. Tarihi her mekân için ayrı bir türkü vardır, Diyarbakır’da. Mardinkapı Şen olur… Hevsel bağlarının hemen üstü Kırklar Dağı’dır… Kırklar Dağının düzü, ziyaret çarptı bizi… Adil ve Suzan Suzi’nin acı hikayesi… Diyarbakır bedendir / suyu akmaz nedendir… Başındaki puşu mudur / Diyarbakır işi midir / Bugün yar bize gelmiş / Bu da devlet kuşu mudur… Türkülere düşkün olan Cemal Hoca da mutlaka biliyordur bunları…
Urfa’nın anlatıldığı bölümde adımın da zikredilmiş olması benim için hoş bir tesadüf oldu. Unutmaya başladığım günleri hatırlattı, bana yeniden… Mekân ve tarih arasındaki bağlantıyı hakkıyla ortaya koyan Aydın ve çevresinin anlatıldığı bölümü diğerlerine göre daha çok beğendiğimi söylemeliyim.
Kitabın Dünyadan Haberler başlıklı ikinci bölümünde Kıbrıs, Yunanistan Makedonya, Bulgaristan, Arnavutluk, Bosna, İran, Suriye, Cezayir, Türkmenistan, Kırgızistan ve Azerbaycan gezilerinden kalan izlenimlere yer verilmiş. Neredeyse tamamı Osmanlı bakiyesi topraklar…
Bunların içinde Balkanların, İran’ın ve 2011’den beri süren iç savaşın acılara boğduğu Suriye’nin anlatıldığı bölümleri daha çok beğendiğimi; özellikle divan ve halk şiirimizden örneklerle süslenmiş nazım nesir karşımı olan kısımları zevkle okuduğumu söylemeliyim.
Ve tabii iflah olmaz bir gönül yarası gibi kalbimde taşıdığım Selanik, Gümülcine, Üsküp, Ohri, Kalkandelen, Prizren, Saraybosna, Travnik ve Mostar gibi şehirler… Yüz yıldır, baş tutmayan ve kanayan gönül yarası… İnsan elinde olmadan ‘Çıkayım gideyim Urumeline / Arzuhal vereyim beylerbeyine’ türküsüne tempo tutup eşlik ediyor…. Hele Müslüman Türk’ten gelen haberler, bu gönül yarasını yeniden depreştirdi, içimde. ‘Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabip / Kılma derman kim helakim zehri dermanındadır’ demiş Fuzuli…
Yahya Kemal’in ‘Gençliğimde içinde Şam ve Halep’in olmadığı bir Türkiye’den söz etseler sarsıntı geçirirdim.’ biçimindeki sözlerini ilk defa bu kitaptan öğrendim. Sezai Karakoç’un Yahya Kemal için ‘Bozgunda fetih rüyası görüyordu.’ demesi, boşuna değil… İkisi de nur içinde yatsın…
Halep’in anlatıldığı bölüm, Suriye’deki iç savaşta yerle bir olan tarihi mekanların üzerinde Türk imzası taşıdığını ve esasında bize ait olduğunu bir kez daha hatırlattı, bana. Biz bugün askerimizle o tehlikeli topraklardayız… On yıldır da Suriye’den legal ya da illegal yollarla oluk oluk insan akıyor ülkemize. Umarım bu göç dalgası, başka bir felakete sebep olmadan sona erer.
Cezayir… 300 yıldan fazla Osmanlı hakimiyetinde kalan bu topraklar hakkında ne kadar az şey biliyoruz değil mi? Küçük mor çiçekli Cezayir menekşesi ve Cezayir türküsünden başka ne var belleğimizde… Ötesi yok, işte… Ötesini bu kitaptan öğreneceğinize garanti verebilirim.
Bitirmeden, dil ve üslup bakımından ikinci bölümü daha başarılı bulduğumu, Yurttan Haberler başlık birinci bölümün zayıf kaldığını üzülerek söylemeliyim. Yazık ki ilk bölümde mekanların tarihsel ve kültürel uzantıları es geçilmiş.
Tanpınar’ın Beş Şehir adlı eserine ilişkin uzun zaman önce yazdığım bir yazıda ‘Beş Şehir’de yoğun bir tarih, edebiyat ve mimariyi biraz musiki, biraz evliya hikâyesi biraz da esatirle terkip eden Tanpınar, anlattığı şehirlerden çok mazinin ara sokaklarında gezdirir okuyucusunu.’ demiş ve söz konusu eserin gerçek hayattan kopuk olduğunu iddia etmiştim. Tanpınar’da eleştirdiğim yoğun tarih vurgusu, kitabında ilk bölümünde aradığım şeye dönüştü, maalesef. Keşke Cemal Hoca, ilk bölümdeki mekanların tarihine ve kültürel uzantılarına ilişkin daha çok bilgi verseydi…
Coğrafyayı bizim için anlamlı ve değerli kılan esasen tarih değil midir? Süleymaniye’yi sadece cesameti ya da Selimiye’yi sadece zarafetinden dolayı mı severiz. Bu muhteşem yapıları bize sevdiren asıl etken, tarih algımız değil midir? Bosna’nın cennet gibi yemyeşil manzarası kadar bu manzaralar arasına çil çil serpiştirdiğimiz tarihsel mekanlar değil midir, kalbimizi çalan?
Yazının hacmi sebebiyle burada değinmediğim yerler de var, kitapta; onları da sizin merak ve tecessüsünüze bırakıyorum…
Mustafa SARI

Son Yorumlar