İspanya-Portekiz İzlenimleri I-II

Kitapçılar Kitapsız mı?

Kardeşlerim, Aziz Romalılar, Türkiye’nin Güzel Vatandaşları…

Sizlere haberler getirdim. İyi ve kötü haberler. Bir umut veren, bir karamsar. Yeni bir gezi serisiyle sizlere beğendirmeye çalışacağım gözlemlerimi. Bildiğiniz gibi eleştirmek ve vurmak serbest.

Bir haftadır meslekî bir toplantı için yurtdışındaydım. Ankara Noter Odası ile birlikte İspanya ve Portekizdeydim. Gece gündüz mesleki sorunlardan arta kalan zamanlarda haberler topladım sizler için. ve gözlemler biriktirdim.

Tatil yapma fikri İngilizlerden çıktı. Dünyaya turizmi İngilizler öğretti yani. Her ne kadar Goethe İtalya gezisini yazsa da… Sanayi devrimi ile burjuva parayı kazanınca bunu harcamak için yollar aradı. Bugün de futbolcu Ronaldo paraya ulaşınca asillerin ve zenginlerin yazlığı olan Cascais’de bir ev yaptırmış. Hemen denize sıfır, sahilde kitsch bir şato şeklinde. Halktan biri olunca şatoya sahip olmak, asiller arasına girdiği duygusu yaşatıyor demek ki. Hâlbuki görgülü asillerin, zenginlerin evleri daha estetik ve çiçek bahçesi gibi.

Benimse son kararım; Türkiye’de doğmam kaderin bir yanılgısı ve talihin atılan zarı yanlış okumasının sonucuymuş, gibi geliyor bana. Bu yanılgıyı düzeltmenin yolunun, Jose Saramago’nun kitaplarında sözünü ettiği coğrafyada dolaşmak olduğunu anladım.

Tatil-turizm deyince denize gitmek seyahatler yapmak geliyor akla. Oysa Türkiye’de içine düştüğümüz kısırdöngünün emperyal bütün coğrafyalarda herkesin alnına yazıldığını gördüm. Bunu görebilsin insanlar diye turizm bütün ülkeler için önemli bir gelir kaynağı olmaya başladı. Ben de sürekli doğuda ve batıda gezerek tarihin coğrafya üzerine kazıdığı derin çizgilerin izinden yürüyorum. Ronaldo gibi şato yapmaya heveslenecek değildim. Esasen niyetim de yok.

Turizm her şehri markalaşmaya zorluyor. Şehirlerin kendine ait özel alanları var, turistlerin mutlaka uğraması gereken. Porto‘da Harry Potter‘ın yazarı Rowling’in meşhur ettiği “Livraria Lello” kitapçısı. İlginç mimari ve merdivenleri ile herkesin yoğun ilgi gösterdiği bir kitapçı.

‘’Yalnız Gezegen” adı verilen bu eşsiz mekân, sadece kitaplarıyla, neo-gotik tarzdaki mimarisiyle de ilgi çekiyor. Kitapçıya ancak 4 Euro öderseniz girebiliyorsunuz. Bir kitap veya mal alırsanız 4 euro mahsup ediliyor. Yoksa kitap almayacak, parası nasip olmayacak bakıcılar gelmesin diye bir özgüven var demek kitapçıda. İçeri girmenin bedeli 4 euro. Ben bu cimrilikle, Türkçe kitap bulundurmayan bir kitapçıya girer miyim? Girmem elbette. Rehberimiz de izin vermedi. Tur programı içinde yoktu. Özel ilgilere zaman bulmaksa mesele.

Her yerden para alma furyasını İtalya başlattı. Daha sonra yazarım. Kitabevi’nde zaten o kadar yoğun turist kalabalığı var ki herkes fotoğraf çekmek, ilginç merdivenlerde kırmızı kadife önünde poz vermek için sıralanmış. Yoğun bir ter kokusu sizi bunaltıyor. 4 Euro da az değil. Dünyada başka güzellik mi yok, kitap(çı) dışında. Görmesem olur yani.

O zaman diyorsunuz burası kitapçı olmaktan çıkmış turistik bir alana dönüşmüş. Lizbon’da da Fernando Pessoa’nın sürekli oturduğu, Huzursuzluğun Kitabı’nı yazdığı Café A Brasileira var. Burası da turist akınına uğramış. Üstelik her yerde Pessoanın heykelleri. Siz bu kadar kalabalık içerisinde Pessoayı okuyanlar el kaldırsın deseniz birkaç kişi ya çıkar ya çıkmaz. Huzursuzluğun kitabına muttali olan birisi olarak ortamdan muzdarip oluyorsunuz.

“Livraria Lello”’ya 4 Euro ödemeden içeri girilmesin özgüveni bizim kitapçılarımıza duyurulur. Böyle bir ilgi doğurması mümkün mü bizim kitapçıların? Marka olabilmek bir yazarla beraber şöhrete ulaşmak hangi kitapçımızın ya da firmamızın ajandasında var ki? Bizde en fazla Bedri Baykam’ın boş çerçevesine 250 bin dolar ödeyen Murat Ülker geliyor aklımıza. Bizim 50 yıldır ‘müslüman bisküvici’ diye destek verdiğimiz, sitelerinde parasız yazdığımız Ülker, telif ücretlerini toptan Bedri Baykam’a verdi. Buradan Ülker’e hangi itibar, şöhret ya da ilgi doğdu bilmiyoruz.

21 Yüzyıl şöhrete odaklanan yoğunlaşma çağı. Şöhretin her şeyi para edip ilgi görüyor. Yoksa öldüğünde Pessoa Lizbon’da bile tanınmıyordu. Değil ki dünyada. Bu durumda neye mal olursa olsun şöhret olmak isteyenleri kim kınayabilir? Her şey şöhrete endeksli. Baksanıza Ahmet Ümit, Nazım Hikmetin ruh ikizi olduğuna dair film bile çevirmiş.  Kitle ilgisini söze kitaba esere değil yazara sanatçıya artiste gösteriyor. Porto güzel bir şehir, Lizbon da öyle. İspanya Portekiz gezi gözlemlerini yazmayı düşünüyorum. Bunun için öncelikle kitapçılarla başladım. Yoksa seri devam edecek. İspanya, Portekiz Osmanlı,birbirine benziyor. Fetihler sonucunda yağma ve ganimetle ulaştığı zenginliğin torunlarını yoksul düşürmesine sebep olduğuna da sıra gelecek. Onların hayat alanı olan şehirlerin cadde meydan parklarına karşılık bizim zindanımız olan saray gibi evlerimiz de yazılmayı bekliyor.

II

Evlerimiz Saray ve Zindanımız

Türkiye’nin Ev’cil Vatandaşları…

Gezi sonucunda zayıfladım galiba. Cimrilikten ve açlıktan. Bedenen ve ruhen.

İspanya jambon tüketiminde ve tabii üretiminde dünya birincisi. Bizim Kayseri gibi. Öyle ki Salamanca’da güvenilir yemek bulamadığım, Sendro(domuz) korkusuyla aç kaldığım bir şehirdi. Hâlbuki El-Ezherle kıyaslanabilecek bir üniversite var burada. Bu kıyası daha sonra yazacağım.

Şimdi konumuz yemek.

Ülkemiz cennet. Yemek Cenneti. Bu ilk gözlemim. Hem çarşı-pazarda hem evlerimizde. Kadınlarımız en çok yemek programları seyrediyor. Aile saadeti için.

Erkekler besili, beyaz ve mutlu. Bütün Türkiye vatandaşları evliya aslında. Zam üstüne zam, vergi üstüne vergi geldiği halde sineye çekiyoruz. Hükumetler böyle bir halkı yönettikleri için gece-gündüz şükretmeleri gerekir. Neden? Çünkü aile reisleri her ay dışarıda yenecek yemek bütçesi ayırması gerekmiyor bizde. Ayda yılda bir (kaç) kere ya olur ya olmaz. Kadınlarımız küçük bir bütçeyle bir ay boyu mükellef sofralarda besliyor bizi. 

Yurtdışında metroya, internet hizmetine ya da elektriğe zam gelince protesto eylemleri görüyoruz. Oralarda ‘havaici asliye’ denen zorunlu ihtiyaçlara zam yapıldığında itiraz ve muhalefet sesleri yükseliyor, protestolar başlıyor. Niçin acaba?

Çünkü batılıların hayatı dışarıda geçiyor. Yemek, içmek, buluşmalar hep restoran ve kafelerde. Kadınlar her gün ne pişireceğim derdi ile mutfağı yaşam alanı kılmıyorlar. Yemek, bulaşık, ev temizliği ile uğraşırken hayatı ıskalamıyor kadınlar. 

Bizim evlerimiz saray gibi. Ve zindanımız aynı zamanda. Mutfak aletleri, oturma odası grupları derken bir ömür taksit ödüyoruz. Her yer eşyalarla dolu. Evimizde davet verdiğimizde misafirler, çatal-kaşık-bıçağı ile gelse hakaret sayarız. Batıda normal iken. Kap-kacağa harcayacak parayla dışarıda yemek yemek daha cazip değil mi? Bizde evlenen kızların eşyalarını kamyonlar zor taşıyor. Kızlarımıza koca idaresi, hayat dersi, sosyalleşme kültürü yerine eşyalar yüklüyoruz.

Evde pişen birkaç çeşit yemeğe tamah ederek, işyeri ile ev arasında daireler çizen değirmen eşeği gibiyim ben. Evdeki lezzeti bulabildiğim çok az lokanta var çünkü. Böyle böyle hayattan kendimizi yalıtıyoruz. Karanlık sokaklardan, her yeri kaplayan inşaat baskısından sığınıp kapanıyoruz evlerimize. Oysa batıda her gün dışarıda yemek, kahve içip muhabbet etmek hayat tarzı haline gelmiş.

Bu nedenle şehirler meydan, park, estetik düzenlemelerle yaşanılır alanlar sunmak zorunda. Her gün arkadaşlarla buluşmak insanı hem sosyalleştiriyor hem sözü sohbeti dinlenir biri olmaya zorluyor. Kitap okumak zorunda bir yandan, bir yandan sanat-estetik düşünce derken birbirini zenginleştiren çoğaltan ortamlara katılmak ister. Avrupa’da insanlar hemen her gün bunu yapıyor işte. İspanyol Carmen Martin Gaite, Konuşacak İnsan Arayışı ve Başka Arayışlar, adında kitap bile yazmıştı: O kitapta

Tabii şık restoranlar ve oteller pahalı yemekleri aç kurt gibi yutan zenginlerle dolu. Orta ve alt gelir grupları her çeşit yemek sunan küçük işletmelerdeki tapaslarla karnını doyuruyor. Bu nedenle de obez olması mümkün değil, bizim gibi. Açlığını bastırsın yeter. Doya doya yemek için bol para lazım. İspanya ve Portekiz AB’nin fakir üyeleri olduğu için 3-5 Euroya karnını doyurmak, 1-1,5 Euroya kahve içmek mümkün. Buna alışınca İstanbul havaalanındaki bütün fiyatlar fahiş geliyor insana. Avrupa’dan bile daha pahalı. Esasen Türkiye’de yaşamak, Avrupa ülkelerine kıyasla pahası ağır bir hayat. Kapılar bir açılsa var ya yarısı boşalır gibi geliyor Türkiye’nin.

Oysa Avrupa’da herkesin gelirinde kiradan sonra en büyük harcama kalemi yiyecek-içecek… Ve şehre inmek için ulaşım abonman biletleri. Ücretlerde artış olmadığı halde yiyecek fiyatlarında az bir artış bile insanların boğazından kesmesi demek. Tabii bu zenginleri değil fakirleri etkiliyor. Bu nedenle siyaset, ekonomi, kültür edebiyat konuları vazgeçilmez gündem. Bilinçli olan halk, hükümetlerin yanlış politikasına izin de vermez. Her gün sokakta çünkü. Bütün bir gezi boyunca polisi sadece girer ve çıkarken gümrükte gördüm dersem, inanın. Türkiyede adım başı kimlik yoklaması, yok trafik denetimi. Sanırsın özgür bir ülkede değil polis devletinde yaşıyoruz.

Biz bir an önce yemeği bitirip televizyon karşısında yerimizi almak için acele içindeyiz. Arkamızdan atlı geliyormuş gibi bir telaştayız yemeklerde.

İspanya’da hayat gece başlıyor. Her gün birbirini besledikleri konuşma için bir vesile yemekler. Saatlerce uzun sürmesi bundan. Meydanlar kafeler ve yemek satan çarşılarda. Kitlelerin İsyanı’nı yazan Ortega y Gasset’in İspanya’dan çıkması sürpriz değilmiş. Miguel de Unamuno, Pio Baroja ve Jose Martinez Ruiz İspanyol ruhuna dönelim diye bir çığır başlatmışlardı zaten. Hep bu yemek toplantılarında.

Madrid’te şehir Tanrıya inanıyor. Türkiye’de evler. Belki de bundan batı romanında kadro şehrin meydanlarına sığmayacak kadar kalabalık iken, bizim roman kahramanlarımız bir evi ancak doldurabiliyor.

Mustafa EVERDİ

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir