İrfan ve marifet eş anlamlı kelimelerdir. Sözlükte mastar olarak “bilmek, tanımak, ikrar etmek”, isim olarak “bilgi” anlamına gelen mârifet (irfân) kelimesi, ilimle eş anlamlı gibi kullanılmakla birlikte aralarında bazı farklar vardır. İlim tümel ve genel nitelikteki bilgileri, mârifet tikel, özel ve ayrıntılı bilgileri ifade eder. İlmin karşıtı cehl, mârifetin karşıtı inkârdır. Bu sebeple ilim kelimesi her zaman mârifetin yerini tutmaz… Mutasavvıflara göre mârifet “kalbin Allah’la olan hayatı”, “Allah’ı sıfat ve isimleriyle tanıyanın niteliği”, “birbirini izleyen nurlarla Hakk’ın kalplere doğması”, “ilâhî bir na’t/vasıf” (Serrâc, s. 56; Kelâbâzî, s. 63; Kuşeyrî, s. 601), “kalbe atılan bir nurla iç aydınlığa kavuşma hali”, “kalp gözüyle ilâhî gerçekleri görmek”tir… İrfani anlamıyla ilk defa mârifetten bahseden Zünnûn el-Mısrî’ye göre esasen Allah’ı tam olarak bilmek ve tanımak mümkün değildir. Bu sebeple Allah’ın zâtı hakkında tefekküre dalmak cehalettir. Mârifetin hakikati de hayretten ibarettir (Câmî, s. 29).[1]
Şeyhü’l Reis İbn-i Sina’ya (öl.1037) göre irfan “(zatı meşgale ve engellerden) ayırmaktan, (o engellerin etkilerini) silkeleyip çırpmaktan, (her şeyi) terk etmekten ve bir kenara atmaktan başlar; toplamada derinleşir ve yoğunlaşır ki o da Hakk’ın sıfatlarının doğru mürit için toplanmasından ibarettir; bir ile sonlanır. Sonra irfan, kalmak ve durmaktır.”[2] Arif, kendisini Hakk’a ulaştırmaktan alıkoyan tüm engelleri aşarak Allah’ın ahlakı ile ahlaklanır (O’nun Zat’ı ile değil, sıfatları anlamında). Böylece bir vahdet makamına çıkmış ve bu makamdaki hali artık sabittir. Alevi irfanının beslendiği ırmak, Muhammedi hakikat ve Ehl-i Beyt idrakidir. Peygamberin vefatı ve Ehl-i Beyt’in tarihte uğradığı baskı ve zulümler nedeniyle irfanın hakikati de 13. yüzyıldan itibaren saltanata entegrasyon nedeniyle büyük oranda saflığından epey uzaklaşmıştır. Bu entegrasyondan dolayı “tasavvuf” kelimesi asıl anlamını kaybetmiş ve bugün yine çok büyük oranda tarikatla özdeş bir şekilde anılır hale gelmiş olup olumsuz bir imaja sahiptir. Bu nedenle burada tasavvuf kavramı yerine irfan kavramını kullanmayı daha uygun görüyoruz.
Asıl mesele ise Alevi irfanın müktesebatı olan “deyiş, nefes, devriye” vb. inşaların kategorize edilerek salt edebiyatın parantezine alınmasıdır. Oysaki Alevi irfanının müktesebatı olan bu inşalar, her ne kadar “şiir” formunda ifade edilmiş olsalar da şiirden fazlası olup, bir dünya görüşünün, inancın ve irfanın yüce ve estetik bir düzeyde ortaya konulmasıdır. “Aleviliğin en büyük sıkıntısı, nesir şeklinde kurucu sistematik metinlerinin olmamasıdır.” Bu yargı, kısmen doğru gibi görünse de Alevi geleneğimizdeki buyruklar, erkannameler, makalatlar ve faziletnameler bu yargıyı kısmen yanlışlar. Diğer taraftan, sanatsal olarak icra edilen “şiirler”i (inşa), bu sayılan metinlerle birlikte dikkate aldığımızda aslında Aleviliğin sistematik metinlerinin olmadığı yargısındaki “sistematik” vurgusunu aşan daha üst bir estetik inşa ile karşılaşırız. Ama algılarımız herhangi bir dünya görüşünün pozitivist zeminini merkeze aldığı için nesir yani düz yazı şeklindeki “sistematik kurucu metin” talep etmektedir. Bu durum, post modern birey için gayet doğal görünebilir. Ama hakikat olan şudur ki, post modern bireyin algısının sanatsal olanla bağının kopuk olduğunu belirtmek gerekir. Bu anlamda Ludwig Feuerbach (öl. 1872) bile Geleceğin Felsefesinin Temel İlkeleri’nde şunu söyler “Sanat, dinin çiçeğidir.” Bu çiçekten koku almanın yegâne yolu da irfani bir tavır sahibi olmakla ve aşkla mümkündür. İşte Alevi irfanı – bugün ve gelecek için – bu imkânı bağrında taşıyan büyük bir geleneğimizdir.
***
Alevilik, evrensel ve irfani bir tavırdır. Dünya görüşünü ve ilhamını Hz. Ali ve Ehl-i Beyt üzerinden inşa eder. Alevi irfanımız, bağrında üç büyük felsefi ve irfani ekolü taşır. Tarihsel olarak sırasıyla İşraki Felsefe, Vahdet-i Vücud ve Hurufilik. Bu üç büyük ekol de egemen paradigma karşısında radikal düşüncelere sahip olduklarından dolayı tarih boyunca dışlanmış ve tekfire maruz kalmıştır. İşrakiliğin kurucusu Şihabeddin Sühreverdi Halep’te 36 yaşında iken şehid edilmiştir. Hurufiliğin kurucusu Fazlullah Esterabadi de Timurlular tarafından şehid edilmiştir. Vahdet-i Vücud felsefesinin kurucusu olan Şeyhü’l Ekber İbnü’l Arabi ise sürekli tekfir edilmiş ve “Şeyhü’l Ekfer” (Kâfirlerin Şeyhi) olarak dışlanmıştır. İbnü’l Arabi’nin eserlerinin Osmanlı medreselerinde okutulması yasaklanmıştır. Hurufi bir şair, arif/düşünür olan Seyyid Nesimi de Ş. Sühreverdi ile aynı kaderi paylaşmış ve Halep’te 1417’de şehid edilmiştir (Bu tarih tartışmalıdır).
Hurufilik, harfler ilmidir. Tüm varlığı harflerden hareketle açıklar. Amaç yazınsal (metin), zihinsel, sözel ve somut varlığın bağrındaki öze ulaşmaktır. Fazlullah Esterabadi (öl. 1402) tarafından kurulan felsefi-irfani bir akımdır. Fazlullah, dönemin siyasi kargaşaları içinde vahşi bir şekilde Timurlular tarafından şehid edilmiştir. Fazlullah’ın fikirleri, dönenim ulema-i rüsumu tarafından şeriata aykırı görülmüştür. Ulemanın da kışkırtması ile Fazlullah, Timur tarafından tutuklanır. Semerkant’ta yapılan “engizisyon toplantısında” ulema ve fukahâ onun idamına karar verir. Takibe alınan Fazlullah, Timur’un oğlu Mîrân Şah tarafından yakalanarak Alıncak Kalesi’nde hapsedilir. Şirvan kadısı Bayezid’in fetvası ile Alıncak Kalesi’nde boynu vurularak idam edilir. [Alıncak Kalesi, Azerbaycan’da, Nahçıvan-Culfa yolu üzerinde yüksek bir tepede kurulan, Selçuklular döneminden kalma bir kaledir.] Aliyü’l Ala, Seyyid Nesimi, Muhyiddin Abdal el Virani Baba en çok bilinen Hurufi düşünürler/ariflerdir.
***
Virani Baba 16. Yüzyıl Alevi ariflerimizden olup Ege Denizindeki Eğriboz adasında doğmuştur. Önceleri Nusayri olan Virani, daha sonraları Balım Sultan’dan el alarak Anadolu Aleviliğine intisap ederek buradan da Hurufiliğe geçmiştir. Vîrânî Abdal’ın, Kalender ve Bektaşî anlayışını Hurufîlikle meczetmiş olması, onu irfan tarihinin köşe taşlarından biri yapmıştır. Ali aşkı gibi, Hurufîliğin müessisi Fazlullah aşkı da nutuklarında en güzel şekilde yer almıştır… Vîrânî Abdal’ın, Hurufîliği kimden ve nerede öğrendiğini bilmiyoruz ancak iyi bir tahsil gördüğünü, Arapça ve Farsça bildiğini elimizdeki risâleden hareketle rahatlıkla söyleyebiliriz. Hürmetle andığı Yemînî’nin izinden gitmiş ve onun gibi merkeze koyduğu Ehl-i Beyt sevgisini, Alevî, Bektaşî ve Kalenderî anlayışın yanında, Hurufîlik nokta-i nazarından tebliğ etme yolunu seçmiştir.[3]
Virani Baba; Safevi şahı, Şah Abbas (öl. 1629) ile görüşmüş, Necef’te Hz. Ali’nin türbedarlığını yapmıştır. Virânî Baba’nın şiir/inşa divanı dışında “Virânî Baba Risâlesi, İlm-i Câvidân, Fakrnâme ve Buyruk” şeklinde değişik adlarla bilinen bir eseri daha vardır. Eserlerinde Hurufi felsefeyi yoğun bir şekilde kullanır. Alevi irfanımız üzerine ilk olarak Virani Baba’nın sanatsal icrada en çok bilinen aşağıdaki eserinde, Hurufi irfanını açıklayacağız.
Elif u mim’den aldık sırr-ı Kur’an’ı
Mim’i sır eyledik se’den içeri
İki nokta üç hurûf geldi bâ ile
Bâ’yı sır eyledik se’den içeri
Elif (ا), Allah lafzının ilk harfi; mim (م) ise Muhammed’din ilk harfidir. Arifimiz, ilahi kelamın sırlarını bu iki kaynaktan aldığını söyler. İki nokta, Ali’nin Arapça yazılışındaki y’nin altındaki iki nokta; üç huruf ise Ali’nin üç harfidir. Ba (ﺏ ) ise İmam Ali’nin zatıdır. Hz. Ali’nin “Dört Kitabın manası Kuran’dadır. Kuran’ın manası Fatiha’da, Fatiha’nın manası besmelede, besmelenin manası ise Ba harfindedir. İşte ben Ba’nın altındaki o NOKTA’yım.” sözü, bu estetik inşanın temelidir. Ali’nin Arapça yazımındaki y’nin altındaki iki nokta Allah ve Muhammed hakikatini temsil eder. Ba’nın altındaki nokta ise Ali’nin hakikatini temsil etmektedir.
Arapçada harflerin sayısal değeri vardır. Elifin sayısal değeri 1, Ba’nın 2, Se’nin ( sin harfi) 60’tır. Arapça alfabe 28, Farsça ise 32 harftir. İkisinin toplamı 60 eder. Mim de Ba da iki dilin kullanımı için temsili sırdır, mahfuzdurlar. Elif-lam-mim, Kur’an’da Bakara suresinin başında yer alır. Bunlara huruf-u mukataa (kesik/ayrık harfler) denir. Elif (1) – lam (30) -mim’in (40) sayısal değer toplamı da 71’dir buna Ba harfi (2) de eklendiğinde toplam 73 olur.
Arifimiz, hakikat arayışındaki anlamı bu iki dilin sesleriyle yani Arapça ve Farsça üzerinden idrak etmekte ve ilahi olanın feyzini bu iki dil üzerinden benliğine akıtmaktadır. İki nokta üç huruf hakikati de İmam Ali’de toplanır çünkü Ali ilim, irfan, aşk, muhabbet vs. kapısıdır.
Haydar’ın zâtına demişiz belî
Göster bana pirim dest u dâmânı
Küfür deryasında bulduk imânı
Hakk dedik küfüre dinden içeri
Virani Baba, her ne kadar Hurufiliğe intisap etmiş olsa da eserinde ve inşasında daha çok irfani konuları işler. Onun irfanında Hz. Ali, en baskın vurgudur: “İmdi ey talib-i fakr-u fena, bu hikmetin ve kudretin aslını bilmek dilersen, mecmu-ı Kur’an’da her ne var ki ‘kâf’ ile ‘nûn’ içinde mevcuddur. Her ne ki ‘Kâf’ ile ‘nûn’da var, bismillâh’ta vardır. Her ne ki bismillah’ta vardır, besmelenin ‘bâ’sının noktasında vardır. Bilgil ki ol ‘bâ’nın altındaki nokta Hazret-i Ali’dir ki, bismillâh’tır… Zira cemî’ ilm-i ulumun babı ol noktadır. Bir Hazret-i Risalet buyurur: ‘Ben ilmin şehriyim, Ali de o şehrin kapısıdır.’ İmdi ol noktayı zât ile sıfatı ile fehm eylesen mecmu-ı Kur’ân’ı fehm etmiş olursun.”[4]
Nokta, Ba’nın altındadır. Varlığın hakikat bilgisi ondadır. Hakikat, mutlak tekil, mutlak basit olup bileşik değildir, ayrıştırılamaz, kategorilere bölünemez. Bu nedenle İmam Ali “İlim bir nokta idi, cahiller onu çoğalttı.” der. İmam Ali’nin bu ifadesi, varlığa dair bilgi arttıkça varlıkla olan mutabakatın ve muhabbetin kopacağını da imler.
[Haydar’ın zâtına demişiz belî] İmam Ali’nin zatı Ba, hakikati Ba’nın altındaki nokta ile temsil edilir. [Göster bana pirim dest u dâmânı] Hakikat, pirden talep edilir ve ondan el alınarak talip olunur. [Küfür deryasında bulduk imanı] Yola giren talip için küfür de iman da birdir. Çünkü bu dünyadaki varoluş, kayıtlı bir var oluştur ve bu var oluştaki algılarımız, bilgilerimiz vs. küfür ve iman kategorilerine karar verir. Hakikatte sadece Hak vardır ve arifin kalbi Hakk’ın arşıdır. Hak katında iman ve küfür şeklinde iki kategori yoktur; bu kategoriler kesret âlemi için geçerlidir. Vahdette ayrım/tefrika/kesret değil, birlik/vahdet vardır. [Hakk dedik küfüre dinden içeri] “Dinden içeri küfüre Hak” denilmesi, kesret âlemindeki ayrımdan kaynaklanır. Oysaki hakikat âleminde küfür ve iman yoktur. Bu nedenle küfür de iman da birdir. Bu birlik, mutlak bir teslimiyettir. Arif, Hakkı kendi benliğinde bulduğu için bu vahdet halinde küfür imanın, iman küfrün içinde erir ve iki kategorik ayrım da ortadan kalkar. Çünkü arif, marifet ehlidir; marifet ise hayatın Hak ile daimi yaşamıdır. Bu yönüyle de arif, en evrensel tavra sahiptir. Müntesip olduğu dini inanç onun hakikat durağıdır. Başka inançlara müntesip olanlar da kendi duraklarında hakikatin yolculuğunu yaparlar.
Otuz üç hurûftur harfin tamamı
Bir elif, mim ile buldu bu ayn’ı
Yetmiş üçten aldık kâf ile nun’u
Câna âşık olduk cândan içeri
Farsçada 32 harf vardır. Fakat lamelif harfi (لا), elif ve lam’ın terkibi olarak 33 sayısını tamamlar. Arap alfabesindeki 28 harfin okunuşu 72 sayısını verir, buna lamelif (لا) de katıldığında sayı 73 olur. Ayn ( ع ) ise Arap alfabesinin on sekizinci harfidir ve sayısal değeri (Ebced) değeri 70’tir. Bu 70’in üstüne elif, mim ve ayn eklendiğinde sayı yine 73 olur. Ayn, İmam Ali’yi de temsil eder. Ayn göz, kaynak anlamına gelir. “Bir elif mim ile buldu bu ayn’ı.” ifadesinde Hak Teâla “bilinme isteğini” (küntü kenze) son olarak Muhammedi Hakikat ile açığa vurmuştur. Bir kutsi hadiste Hak Teâlâ “Ben gizli bir hazine idim bilinmeyi sevdim-arzu ettim ve bu halkı, onunla bilinmek için yarattım.” (Küntü kenzen mahfiyyen fe ahbebtü en u’rafe fe halektül halke li uğrafe bihi.). der. Hak, ilahi yalnızlığın hüznüyle varlık âlemini aşk içinde bilinmek üzere yaratarak esmasıyla kendini açığa vurup bu ilahi yalnızlığın hüznünden çıkmıştır. İrfan geleneğinde, varlığın yaratılma gayesinin temel gerekçelendirmesi bu ilkedir.
Varlık âlemi, bir yönüyle Hak’tır, diğer yönüyle Hak değildir. Hak olan yönüyle Hakk’ın kaynağı, ayetleri, esmasının tecellisidir. Kaf ile nun “kün” ( (كن = ol!) emrinin iki harfidir. Bu iki harf de külli olan 73 harften alınmıştır. Yani Hak, vardan var etmiştir. Yokluk muhaldir. Yokluktan yaratma, yokluğun bir kategori olarak kabulünü gerektirir ki burada yokluk, mantıksal olarak tekrar varlığa döner. Bu yaklaşım bizi düalizme götürür. Dolayısıyla evvel ve ahirde Hak’tan başka hiçbir şey yoktur. Hak karşısında yokluk muhaldir. Bu anlamda İbnü’l Arabî Fütuhat’ın girişinde şunu der “Hamd, şeyleri bir yokluktan ve yokluğun yokluğundan var eden ve şeylerin varlığını kelimelerinin1 yönelişine dayandıran Allah’a mahsustur. Bu sayede onların yaratılmış lığını ve Hakk’ın kadimliğinden kaynaklanan ezeliliklerinin sırrını öğrendiğimiz gibi Allah’ın bize bildirdiği kadimliğini de öğreniriz.”[5]
“Hamd eşyayı bir yokluktan ve yokluğun yokluğundan var edenedir.” cümlesiyle cümlesinde “yokluğun yokluğu” varlıktır. Virani Baba, bu hakikati de aşkla idrak ettiği için “cana” âşık olur “candan içeri.” Vahdet makamında ayrım olmadığı için iç ve dış yoktur. Can, candan içredir.
Gürûh-ı Nâci’den bir Bacı geldi
Kırklar’ın dolusun eline aldı
Cümlesi Bacı’ya bir secde kıldı
Şâh dedik Bacı’ya Şâh’tan içeri
Güruh-u Naci “kurtulan/erdemli/adil topluluk” demektir. Bu topluluk da şüphesiz ki Ehl-i Beyt’tir. Hz. Fatıma (Bir Bacı) Annemiz, bu topluluk içinde her türlü erdemin sembolüdür. Hakikatte ise “eşikteki, beşikteki, döşekteki de birdir.” Fakat kesret âleminde varlığın özü anadır. İmam Ali ile birlikte Hz. Fatıma annemiz de bizler için örnek olan ideallerdir.
Kırklar anlatısı birçok kadim kültür ve inançta vardır. Eski Yunan’daki Pitagorasçılık’ta kırk sayısı kutsaldır. İslam’da Kırk (erbain) sayısı Kur’an’da dört, hadislerde on sekiz kez geçmektedir. Resul-i Ekrem kırk yaşında peygamber olmuştur. Ona ilk inananların sayısı kırka ulaştığında “ilk kırk Müslüman” ile İslam yeni bir aşamaya geçmiştir. İrfan geleneğinde “üçler, beşler, yediler, kırklar” olarak bilinen anlatı “ricalü’l gayb” tir. Yani bunlar “gayb erenleri”dir. Var oluşun metafiziksel bir kavrayışı olan “ricalü’l gayb” şimdilik konumuz dışında olduğu için bunu geçiyoruz.
Kırklar Cemi, Alevi irfanımızda merkezi bir yere sahiptir. Ayrıca erenler ceminde dört kapı kırk makam vardır. Bu mecliste başta İmam Ali, Hz. Fatıma annemiz, Selman-ı Farisi ve peygamberler olmak üzere 17 kadın 23 erkek vardır. Resul-i Ekrem, Kırklar Cemi’ne sonradan uğrar. Meclistekiler onu denemek üzere ona bir üzüm tanesi verip paylaştırmasını isterler. Üzüm getiren Selman-ı Pak’tır. Resul-i Ekrem de bu üzüm tanesini bir tabakta sıkarak suyunu herkese verir. Böylece adil bir paylaşım yapar.
Bir üzüm tanesi getirdi Selman
Kırklar da ol demde oldular üryan
Muhammet şerbetin içince ey can
Sâki kadeh sundu mestan hû deyü
Kul Himmet
Bu anlatıdaki en temel şey Muhammed’din (as.) peygamberliğinin kabulünün gerekçesidir: Muhammed’ül Emin. Muhammed’din (as.), Allah’ın elçisi olduğuna dair tek ve en sağlam delil onun emin bir insan ve buna bağlı olan adaletidir. Burada kolektif bellek, onun elçiliğini “eminlik ve adalet” üzere kabul etmiştir.
Bacı’nın ismine Fâtima dediler
Yeri göğü onda mevcûd bildiler
Selmân üzüm getirdi engûr ezdiler
Gark olduk engûre nurdan içeri
Kadın vurgusu, doğanın yaratıcı özelliğine yapılan bir vurgudur ve bu vurgu da Hz. Fatıma üzerinden yapılır. Üzümü getirenin Selman olması manidardır. Bilindiği üzere Selman, Fars kökenlidir. Her ne kadar İslam peygamberi Arap kökenli olsa da onun şahsi duruşu ve davası Araplık değildir. Kırklar Cemi’ndeki Selman ve diğerleriyle birlikte İslam’ın hakikati, ortak bir insanlık mayasıdır.
Engûr, Farsça bir kelime olup Divan edebiyatında “şarap” anlamında kullanılır. Divan edebiyatındaki aşığın kanı şarap, kalbi de kâsedir. Şarap, ilahi feyizler anlamında da kullanılır. İlahi olanın cezbediciliği karşısında insanın akli melekeleri devre dışı kalır. Bu durumda arif, ilahi sarhoşluğa yakalanmıştır. Öylesine bir hayret ve hayranlığa kapılmıştır ki hiçbir şey onu kayıt altına alamaz. Arif, burada benliğinin sonsuz bir özgürlüğüne kavuşmuştur. Bu gark olma durumu nur iledir. Çünkü Allah “Nur üstüne Nur’dur.” Varlık da Nur’dur ama Hak “Nurlar Nuru’dur.” (Nuru’l Envar).
Virâni sözünü ârifçe söyle
Yükseği neylersin engini boyla
Arif ol da dost bağını sır eyle
Güle âşık olduk gülden içeri
Tüm bu hakikat idrakinde arif, temkinlidir. Sözünü tartarak söyler. Çünkü herkes bu hakikati kaldıramadığı gibi bu hakikatleri dile getirenlere de düşman olurlar. Arif kendini kınar, arifin gönlü dünyalık olanda olmamalıdır. Mal, makam, mevki, şöhret, popülizm, toplumsal statüler, kariyer vb. Bunların hiçbiri hakikatte bir erdem temeli değildirler. Gül, Resul-i Ekrem’i de Hakk’ı da varlık deryasını da simgeler. Hepsi de dost bağıdır. İnsan da varlığın bir formudur ama formun hakikati birdir. Bülbül hakikat açısından güle âşık değildir çünkü gül de bülbül de birdir; aşk da âşık da maşuk da birdir. Tüm mesele, çokluk âlemindeki ayrımları aşmaktır. Arifin tüm seyri de budur.
Açıklama: Bu yazı dizisinde Alevi ariflerimizin biyografileri özet halinde verilecek, bazı inşalarının yorumu ve sahip oldukları dünya görüşleri ele alınacaktır. Temel amaç, Alevi irfanımızın dünya görüşünü, irfani/felsefi ve metafiziksel kavrayışını “akademik, ideolojik ve epistemolojik” parantezlere indirgemeden, onu kendi hakikati içinde ortaya koymaktır.
Dipnotlar
[1]Süleyman Uludağ, “Mârifet”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/marifet (10.06.2020).
[2] İbn-i Sina, el İşarat ve’t- Tenbihat, Çev: Tahir Uluç, Ketebe Yay., İst. 2021, s. 512
[3] Fatih Usluer, Fakrnâme/Vîrânî Abdal, Revak Kitabevi, İst. 2015, s. İ.
[4] Vîrânî Baba, İlmi Câvidân, Haz.: Osman Eğri, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., Ankara 2008, s. 320.
[5] İbnü’l Arabi,Futuhat-ı Mekkiyye, Çev: Ekrem Demirli, Litera Yay., İstanbul 2007, Cilt: I, s. 15.
Kaynakça
- İbnü’l Arabi,Futuhat-ı Mekkiyye, Çev: Ekrem Demirli, Litera Yay., İstanbul 2007.
- Süleyman Uludağ, “Mârifet”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/marifet (10.06.2020).
- İbn-i Sina, el İşarat ve’t- Tenbihat, Çev: Tahir Uluç, Ketebe Yay., İ 2021.
- Vîrânî Baba, İlmi Câvidân, Haz.: Osman Eğri, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., Ankara 2008.
- Fatih Usluer, Fakrnâme/Vîrânî Abdal, Revak Kitabevi, İst. 2015.
- Virani Divanı ve Risaleri, Haz.: Adil Ali Atalay Vaktidolu, Can Yay., İst. 1998.
Son Yorumlar