Kimlikten Etik Değerlere: Dinlerin Yeniden Yapılanması ve Küresel Barış Arayışı

Dinler, tarihin başlangıcından bu yana toplumların manevi dünyasını şekillendiren ve kolektif bir kimlik yaratan temel sosyal yapılar olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak modernleşme süreçleriyle birlikte, dinlerin bu işlevi dönüşüme uğramış ve toplumsal kimlikler ile siyasi çıkarların meşrulaştırıcı aracı haline gelmiştir. Bu makalede, dinlerin sosyolojik işlevini ve tarihsel olarak geçirdiği dönüşümleri ele alarak, ahlâkî temellere dönüşün küresel barışa katkı sunup sunamayacağı üzerinde durulacaktır.

Dinlerin Tarihsel ve Sosyolojik Dönüşümü: Kimlik ve Güç

Dinler tarih boyunca çeşitli şekillerde siyasi güç odakları tarafından araçsallaştırılmış ve kimi dönemlerde hegemonik güçlerin kontrol aracı haline gelmiştir. Örneğin, Yahudilik, Siyonist hareket aracılığıyla modern dönemde bir ulusal kimlik yaratımında kullanılırken, Hristiyanlık Orta Çağ boyunca skolastik bir kurum olarak bilgi üretimini tekeline almıştır. Max Weber’in “kutsalın meşrulaştırıcı gücü” kavramı, dinin toplumsal ve siyasi yapıları etkileme potansiyelini vurgulamaktadır (Weber, 1922).

Müslüman toplumlarda ise dinin siyasi bir araç olarak kullanılması, modern dönemde İslamcı politik hareketlerin yükselişi ile daha görünür hale gelmiştir. Bu tür hareketler, toplumları bölücü bir kimlik unsuru olarak dini kullanarak, dinin sosyolojik işlevlerini barış yerine çatışma üreten bir yapı haline getirmiştir. Postkolonyal teorisyen Edward Said’in işaret ettiği gibi, Doğu-Batı çatışmasında dinin rolü, hegemonik Batı müdahaleleriyle şekillenmiş ve güç merkezlerinin çıkarları doğrultusunda işlev görmüştür (Said, 1978).

Dinlerin Kültürel Dönüşümü ve Ahlâkî Temellere Dönüş

Toplumların modernleşme sürecine girerken dini yapılar üzerindeki etkilerini göz önünde bulunduran Durkheim, dinlerin toplumsal dayanışmayı destekleyici yönünü vurgulamış ve dini ahlâkî bir temel olarak değerlendirmiştir. Ancak, modern dünyada bu dayanışma işlevi giderek zayıflamış ve din, bireysel etik değerlerden ziyade kolektif kimlik inşasına hizmet eden bir yapı olarak işlev görmeye başlamıştır (Durkheim, 1912).

Modernleşme teorileri, toplumların daha rasyonel ve seküler yönetim biçimlerine geçiş yapmasını öngörmekteyse de, bu süreçte dinin insan yaşamındaki derin ahlâkî rolü göz ardı edilmemelidir. Habermas’ın iletişimsel eylem teorisi çerçevesinde dinin, bireylerin ortak ahlâkî değerlerde uzlaşma sağlaması için bir araç olarak değerlendirilebileceği düşünülmektedir. Bu bağlamda din, küresel barış adına birleştirici bir unsur olarak yeniden yorumlanabilir (Habermas, 1981).

Küresel Barış ve Dinlerin Ahlâkî Temellerine Dönüş

Özellikle Ortadoğu’daki çatışmalar, dinin siyasi ve etnik bir kimlik unsuru olarak kullanılmasından kaynaklanmaktadır. Postkolonyal perspektif, bu çatışmaların sömürge sonrası dönemde şekillendiğini ve dinin, Batı’nın hegemonik müdahaleleriyle biçimlendirildiğini savunur (Ashcroft, Griffiths, & Tiffin, 2002). Antonio Gramsci’nin hegemonya kavramı çerçevesinde ele alındığında, dini ideolojiler kitleler üzerinde bir hegemonya kurarak, bireylerin hem maddi hem de manevi yaşamlarını kontrol etmektedir.

Dini değerlerin, kültürel ve ahlâkî bir temel olarak yeniden yorumlanması, bu hegemonik yapıların etkisini kırma yönünde bir potansiyel taşımaktadır. Dinlerin yalnızca dogmatik ve çatışmacı unsurlardan arındırılarak, bireylerin ahlâkî gelişimini destekleyen bir rol üstlenmesi, küresel barışa katkı sağlayabilecek bir çözüm önerisi olarak değerlendirilebilir.

Sonuç

Dinlerin, tarih boyunca zaman zaman ideolojik ve siyasi güçlerin elinde bir araç haline gelmesi, küresel barış adına ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Bu bağlamda, dinlerin yalnızca ahlâkî ilkeler etrafında yeniden düzenlenmesi, toplumsal uzlaşı ve barışa katkıda bulunabilecek önemli bir çözüm önerisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak, bu dönüşümün başarılı olabilmesi için dini reformlarla birlikte küresel siyasi yapının da dönüşmesi gerekmektedir. Toplumlar açısından dinin kültürel bir miras olarak ele alınması, hem bireylerin hem de toplumların gelişiminde olumlu bir etki yaratabilir. Bu süreç, gelecekte toplumsal uzlaşı ve barış için temel bir zemin oluşturabilir.

Siyamettin ŞENTÜRK

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *