“Bir Aşkın On Günü” adlı romanınız geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Hayırlı olsun, okuru bol olsun. Önceki romanlarınız “Evvel Bahar” ve “Uzak Bir Masal”da da aşkı yazdınız. Romanların odağında aşk var. “Bir Aşkın On Günü”nde adından belli olduğu gibi bir aşk romanı. Acısıyla, ayrılığıyla, sevinciyle, vuslatıyla, derdiyle, mutluluğuyla bir aşk romanı. Neden romanlarınız aşkı konu ediniyor? Günümüzde ilişkiler çok gelip geçici, duygudan yoksun. Mekanik bir sürece benziyor sevgiler, aşklar… Sizin romanlarınızda aşkı anlatmanızın bugünün mekanik dünyasındaki insanlara duyguları, insanı hatırlatmak gibi bir gayesi var mı?
Son üç romanım kafamda yarattığım muhayyel bir üçlemedir aslında. Modern zaman ilişkilerine, şefkatsiz, kopuk, bağ kuramayan insanlara değinmek istedim. Evvel Bahar’da iki kadının dostluğu üzerinden günümüz arkadaşlık ilişkilerine baktım. Uzak Bir Masal’da narsist bir erkek üzerinden zehirli bir ilişki yazdım ve kadının sesini bulmasını sağladım. Bir Aşkın On Günü’nde ise bu kez birbirini kolay terk etmeyen, aşk için mücadele eden iki kişinin aşkını anlatmak istedim. Benim için edebiyatın en sahici kaynağı insana dair duygulardır. Ve aşk, bütün duyguların en çıplak, en dönüştürücü olanıdır. Çünkü aşkın içinde yalnızca mutluluk yoktur; ayrılık, acı, kayıp, hafıza, umut ve aile travmaları vardır.
Aşk yazdığınızda aslında yalnızlığı, toplumsal baskıları, sınıfsal ayrımları, kimlik mücadelelerini de yazmış oluyorsunuz. Bugün ilişkiler hız çağının parçası olarak çok çabuk yaşanıyor, çok çabuk tüketiliyor. Mekanikleşiyor, yüzeyselleşiyor. Ben romanlarımda bu hızın karşısına sabrı, derinliği, hatırlamayı koyuyorum. Aylin’in hastane kapısındaki bekleyişi, aslında bir kadının aşk kadar sabırla, inatla, cesaretle kendini var etme çabasıdır. Bu çabayı yazmak benim için aynı zamanda insana ‘duyguların hâlâ var’ dediğim bir hatırlatma.
“Bir Aşkın On Günü” içinde psikolojik, polisiye roman unsurları da barındırıyor. Romana iyi çalışılmış. Nasıl hazırlandınız bu romana?
Bir Aşkın On Günü aslında tek bir türün sınırlarına sığacak bir roman değil. İlk bakışta bir aşk romanı ama aynı zamanda psikolojik bir derinliği, polisiye tadında sırları, gölgeleri, karanlıkları, toplumsal ve politik göndermeleri de var. Özellikle de aileden gelen travmaları işliyorum burada. Aidiyet meselesini, kimliğinden kaçmayı ve kendine yeni bir kimlik inşa etmeyi. Hayatın kendisi de böyle, aşk hiçbir zaman tek başına gelmiyor, yanında geçmişin gölgelerini, aile yüklerini, toplumsal baskıları da getiriyor.
Yoğun bakım süreçlerini, siyaset dünyasının işleyişini, bir gazetecinin gündelik mücadelelerini araştırdım. Psikolojik boyutu güçlendirmek için kadınların travmatik deneyimlerine dair pek çok metin okudum. Aylin’in hikâyesi ancak böyle çok boyutlu olabilirdi.
Romanlarınızda ana karakter kadınlar. Kadınları yazmanızın ya da onları odağa almanızın nedenleri nelerdir? Ataerkil bir toplumda bütün olumsuzluklara rağmen ayakta durmayı başaran kadın kahramanlarınız var. Nedir bunların sebepleri? Neler söylersiniz?
Benim için yazmak, görünmeyeni görünür kılmak demek. Kadınlar bu toplumda çoğu zaman ya susturuluyor ya da erkeklerin sesiyle anlatılıyor. Oysa onların kendi sözleri, kendi hafızaları, kendi acıları var. Romanlarımda kadınları merkeze almamın nedeni, hem bu sesi geri vermek hem de kadınların direnme biçimlerini göstermek. Çünkü kadınlar sadece mağdur değil; aynı zamanda hayatta kalma gücünü, yeniden başlama cesaretini, kendi sesini yaratma kararlılığını da taşıyorlar.
Aylin de böyle bir kadın: bütün terk edilişlere, yalnız bırakılmalara rağmen ayağa kalkıyor, bekliyor, seviyor, yüzleşiyor. Ataerkil düzenin ona dayattığı görünmezliği kabul etmiyor. Benim romanlarımda kadın kahramanlar hep bu direnişin, bu inadın, bu sabrın hikâyesini taşıyor. Onlar benim modern Ophelia’larım. Delirmiyor, ölmüyor, kalkıp mücadele ediyor. Ben de bu yüzden onları yazmaya devam ediyorum: Çünkü onların sesinde hem bireysel hem toplumsal bir hakikat var.
Yukarıdaki soruya bağlantılı olarak “Bir Aşkın On Günü” karakterlerini sormak isterim. Romanın erkek karakteri Aykut bir siyasetçi. Toplum önünde güçlü, karizmatik, tuttuğunu koparmasını bilen biri olarak görünürken özel hayatında özellikle de Aylin’in yanında çok kırılgan, aşırı duygusal, cesaretsiz… Burada hem geleneksel hem modern erkek imajıyla bir hesaplaşma mı var? Neden karakterlerinizi böyle biçimlendirdiniz?
Aykut karakterimde modern erkekliğe dair bir hesaplaşma olduğu doğru. Onlara biçilmiş toplumsal rolleri de eleştiriyorum aslında çünkü erkekler toplum önünde hep güçlü, karizmatik, yenilmez görünmek zorunda bırakılıyor. Bu imajı korumak için gerçek kırılganlıklarını, korkularını, hatta sevgilerini bastırıyorlar. Aykut bir siyasetçi olarak kamusal alanda ‘güçlü erkek’ imgesini taşıyor ama özel hayatında, özellikle Aylin’in yanında bu maskeyi düşürüyor. İşte bu noktada aslında erkekliğin kendi içindeki çelişkisini görüyoruz: gücün ardında derin bir korku ve yalnızlık var.
Amacım erkek karakterleri tek boyutlu güçlü figürler olarak göstermek değil, çelişkileriyle, zayıflıklarıyla, kaçışlarıyla göstermekti. Onlar da bir kurban olabilir mi? Belki. Ama partnerlerini de eksik, yarım ve hasarlı bıraktıkları da bir gerçek. Aylin’in gücüyle Aykut’un çaresizliğinin yan yana durması, aslında toplumda kadın ve erkeğe yüklenen rollerin sorgulanması için bilinçli ve politik bir tercihti.
Romanda ne kadar büyünürse büyünsün çocukluğun insanın peşini bırakmadığı, çocukluktan sonrası hayatın çocukluğu tekrar etme olduğu gösteriliyor. Aylin de Aykut da yaralı bir çocukluk geçirmiş. Onları bir araya getiren ve birbirine daha sıkı bağlayan şey bu çocukluk olabilir mi? Genel anlamda çocuklukla ya da bizim coğrafyada çocuk olmakla ilgili neler söylersiniz?
Aylin ile Aykut’un bağını güçlendiren şey yalnızca aşk değil; çocukluklarının bıraktığı yaralar. İkisi de eksik, ikisi de terk edilmişlikler yaşamış, ikisi de kendi çocukluğunun hayaletini taşıyor. Bence insanı birbirine en çok yakınlaştıran şey ortak yaralar. Çünkü mutluluk paylaşılır ama yara insanın özüne dokunur. Onlar birbirlerinde sadece sevgili değil, aynı zamanda yaralı çocuğu da görüyorlar.
Genel olarak çocukluk, insanın ilk aynası. Sonrasında yaşadığımız her şey aslında o ilk aynaya bakarak gelişiyor. Bizim coğrafyada ise çocuk olmak çoğu zaman zor; çocuklar erken büyüyor, sorumluluk yükleniyor, susmaya, katlanmaya, güçlü olmaya zorlanıyor. Bu sıkışmışlık da bizi ileri dönemlerde hasarlı ilişkilerin içinde tutuyor. Romanlarımda sık sık çocukluğa dönmemin sebebi bu: çünkü en büyük sessizlikler orada başlıyor, en derin yaralar orada açılıyor.
Roman on bölümden oluşuyor ve her bölüme bir eşyanın adı veriliyor. Aylin aldığı eşyalarla bir bağ kuruyor. Ayrıca bölüm başlarında eşyaların çizimleri yer alıyor. Eşyalar cansız birer nesne dışında belli anlamlara sahip görünüyor. Siz eşyalar hakkında neler düşünüyorsunuz? Neden roman bölümleri eşya adlarıyla başlıyor?
Eşyalar benim için sadece nesne değil; hafızanın taşıyıcıları. İnsan bazen duygularını hatırlamaz ama bir koku, bir eşya, bir kumaş dokusu bütün geçmişi geri çağırır. Bu yüzden Aylin’in hikâyesini eşyalar üzerinden kurmak istedim çünkü onun aşkı da, acısı da, hafızası da bu eşyaların içine sinmiş durumda. Katmandu’dan gelen bir battaniye, bir buhurdanlık ya da bir eski gözlük sadece bir nesne değil; aşkın, vedanın, sırların tanığı. Böylece aşkı da nesneleştirdim, somutlaştırdım.
Her bölümün bir eşya adıyla başlaması ise okura romanın yalnızca bireysel bir hikâye değil, aynı zamanda bir hafıza mekânı olduğunu hatırlatıyor. Nesneler konuşuyor aslında. Eşyalar Aylin için bir sığınak, bazen de bir yük. Ama hepsi onun hayatına tanıklık eden sessiz şahitler. Romanı bu sessiz şahitlerin diliyle kurmak bana çok özgün geldi.
Bölüm başlarında Hafız-ı Şirazî, Hallac-ı Mansur, Umberto Eco, Goethe, İbn-i Arabi, Sartre, Simone de Beauvoir, Rilke gibi Doğudan Batıdan önemli düşünür ve şairlerden alıntılar var. Bu durum hakkında neler söylersiniz?
Bu sorunun cevabını çok kısa vermek istiyorum. Atalarıma, edebiyat akrabalarıma, beni ben yapan tüm o insanlara bir selam vermek. Hepsi bu.
Aykutla Aylin Doğuya geziye çıkıyorlar. Delhi, Agra, Varanasi, Jaipur, Mumbai, Katmandu… Buralar Doğu bilgeliğinin yaşandığı mistik, ruhsal yolculuğa çıkılan mekânlar. Biri siyasetçi biri gazeteci iki modern insan neden doğuya seyahate çıkıyor? Kendilerini bulmak için mi? Bir de romandaki alıntılara baktığımızda tasavvufa, sufiliğe ilginiz varmış gibi görünüyor. Neler söylersiniz?
Bu sorunun cevabı biraz kişisel. Ben Hindistan’a ilk kez gittiğimde çarpılmıştım, tüm ezberlerim bozulmuştu, öğrendiğim her şeyi unutmuştum. Bildiğim dünyadan farklıydı her şey. Üstelik benden daha mutlu, daha neşeli yaşıyorlardı. Bu hisleri kurgunun içinde kullanmanın olanaklarını aramaya başladım. Aylin’in babası bir din adamı, bakarsanız Pavitram da Budist bir din adamı. Tüm dinleri bir kökte birleştirmek istedim. Tasavvufu alıp başka kadim bir inanç sistemiyle kıyasladım, işin özünde yalnızca insan vardı. Kâhin, Everest rotası, tapınak hepsi kurmacaydı. Aylin ve Aykut’un birbirleriyle daha sıkı bir bağ kurmalarına yaradı.
Bu coğrafyada kadın olmak zor. Aylin de bu zorlukları yoğun yaşıyor. Kendini gizlemek zorunda. Babası bir tarikat şeyhi. Sevgilisi ve evleneceği adam siyasetçi. Günümüzde de tarikat ve siyaset en çok tartışılan konulardan. Sizin romanınızda siyaset ve tarikatın yeralması günümüze bir gönderme olabilir mi? Bir kadın olarak ülkemizdeki kadınlık konusunda neler söylersiniz?
Bu romanı yazarken günümüzle bilinçli bir bağ kurmaya çalıştım. Çünkü bu coğrafyada kadın olmak sadece bireysel bir mesele değil, aynı zamanda siyasal ve toplumsal bir mesele. Aylin’in babasının bir tarikat şeyhi, sevdiği adamın da taban tabana zıt bir siyasetçi olması tesadüf değil. Bu iki alan hayatlarımızı doğrudan etkileyen, kadınların görünürlüğünü, özgürlüğünü, hatta aşklarını belirleyen yapılar. Aylin birinden kaçıp kendini saklıyor, diğerinde de görünmez olmayı kabul ediyor. Erkeklerin kurduğu düzenin içinde kadınların nefes alacak alanı çok dar. Kendi sesini bulmak, kendi kimliğini kurmak, çoğu zaman bir mücadele gerektiriyor.
Ben romanımda Aylin’in bu mücadelesini anlatırken aslında bütün kadınların mücadelesine bir ayna tutmak istedim. Kadınların görünmez kılındığı, susturulduğu, kaderlerine razı edilmek istendiği bir coğrafyada, onların aşkı, sesi ve hikâyesi politik bir direniş haline geliyor. Aylin’in aşkı da aslında bu direnişin bir biçimi.
Son olarak neler söylersiniz?
Sevgili Muaz Bey size ve dibace.net’e teşekkürü borç bilirim. Kitabın okunmasına katkıda bulunmanız çok kıymetli.
Biz Teşekkür ederiz.
Muaz ERGÜ
Son Yorumlar