İki Film İzleğinde Domlar ve Mıtrıblık

Günümüz bilimsel ilerleme ve teknolojisinin önümüze serdiği bilgiye kolay ulaşma imkân ve seçenekleri elbette insanlık için büyük bir merhale ancak tek tek bireyler için bir kazanım mı bir handikap mı zaman zaman sorgulamalı insan. Bilgiye ulaşma diye tabir ettiğimiz çaba çoğu zaman bizleri daldan dala atlatmakla oyalayan bir halüsinasyon süreci. Bu noktada ulaştığımız bilgilerin güvenirliliğini sorgulamanın yanında bilgi konusundaki oburluğumuza da yer yer set çekebilmeyi bilmemiz  gerekiyor. Neticede vakit nakit olup, nakdin de değerini bilmek elzemdir  iyi ve güzel bir yaşam için.

Bu konuda şahsen ihtiyatlı olduğumu söyleyemem. Bir cümle veya bir sözcük birkaç kitap okutur kimi zaman bana. Bir yazarın beğendiğim bir eseri bütün eserlerini peşinden sürükleyip masama getirir. Sanal bilgi aleminde araştırdığım bir konu başlığı onlarca makale veya dokümanı okutur bana rahatlıkla. Hoşuma giden bir film ardından aynı türden bir çok filmi veya diziyi izleme listeme ekletir. Dijital dünyanın algoritmik duyarlılığının bizleri düşünen insancıllığını da hesaba kattığımızda zamanımızın çoğunu bir şeyler üretmekten ziyade üretilenleri tüketmekle geçirdiğimizi fark ederiz yekten. Bu anlamda elbette bilgiye kolay ulaşmadan bahsettiğimiz oranda bilgi noktasında da bir tüketim çılgınlığından bahsedebiliriz.

Şu gök kubbenin altında yazılmadık/söylenilmedik hiçbir şey olmadığına inanır edebiyatçılar. Bu hakikate burun kıvıran egosu şişkin örnekleri bir kenarda tutarak söyleyebiliriz ki sanat söylenmiş, yazılmış ve yapılmışı yeniden şekillendirme gayret ve çabasıdır evvel emirde. Mevcudu farklı form ve tarzda, değişik  söz ve kelamla yeniden var kılma gayreti. Kimi zaman da var olanın üzerindeki örtüyü bir kenara çekmekten, fazlalıklarını yontmaktan ibarettir sanat. Yazılan ve söylenenlerin peşine düştüğümüzde her şeyin öncesi ve benzerlerinin şimdiye yansımalarıyla yüz yüze kalırız. ‘Metinlerarasılık’ denir buna edebiyatta ve akademi dünyasında. Metinlerarasılık, eseri başka eserlerle anlamlandırma, anlamı genişletme ve yeniden şekillendirme gayreti ve yöntemidir. Her şeyi birbiri ile ilişkilendirme çabası. Bu çaba kimi zaman farklı mecralara, değişik disiplinlere de sıçrar ki buna  ‘mecralar veya disiplinlerarasılık’ da diyebiliriz. Bu yöntem salt bireysel bir merak olmayıp akademik mahiyeti haiz bir ilmî  disiplindir aynı zamanda.

‘Söze sahip kılınmakla’ şereflendirilen insan soyu Âdem’den bu yana süregelen sözlü ve sonrasında yazılı bir geleneğin yansımalarını sürüklemiştir ardı sıra tarih boyunca. Bu gelenek kültürler inşa etmiş, medeniyetler kurmuş, bir dilden binlerce dil, bir renkten sayısız renk, bir güzellikten envaı çeşit güzellik var kılmıştır ve var kılmaya devam etmektedir. Kaybolan veya kaybolmaya yüz tutan diller kadar biteviye üretilen yeni dillerin mevcudiyetinden de bahsetmek mümkündür elbet. Var olabilmek için her alanda sürekli bir üretim çabası içinde olmak zorundadır insan soyu. Maddi manevi bir üretim ameliyesidir yaşam esasında. Ürettikçe, var kıldıkça ayakta kalır insan. İnsana ve yaşama dair bir şeyler üretmekten aciz düştüğü an hayattan da koptuğu andır insanın.

Sanatsal disiplinlerin her birinin kendine has bir dünyası olmakla birlikte bu dünyaların iç içe geçen, karışan veya etkileşen, birbirlerini tamamlayan boyutlarını da göz ardı edemeyiz. Edebiyatı sinemadan çıkardığımızda geriye ne kalır? Şiiri ve sözü dışarda tuttuğumuzda ne kadar yol alır müzik? Tiyatroyu romandan, hikayeyi resimden ne kadar uzakta tutabiliriz? Ki bu disiplinlerin bütününü ‘sanat’ üst başlığı altında toplayıp hayat ağacının dalları olarak değerlendirip anlamlandırmaya çalışıyor, bütünün parçalardan müteşekkil olduğu hakikatini idrak etmeye çabalıyoruz insan soyu olarak.

Gelelim ‘İki Film İzleğinde Domlar ve Mıtriblik’ mevzusunu mülahazaya. Bir biri ile bağlantılı olarak kritize etmek istediğim iki film de biraz eski tarihli. Birincisi pandemi sürecinde dijital mecralardan birinde izleyici ile buluşan, o dönemde not alıp çok sonra izleme zamanı bulduğum ve beni dünya sinemasının kült filmlerinden biri olan ikinci filmi yeniden ve daha derli toplu izlemeye götüren Soner Caner’in ‘Gönül’ isimli filmi. Diğeri ise dediğimiz gibi dünya sinemasının kült filmlerinden biri olan 1988 tarihli Emir Kusturica’nın meşhur ‘Çingeneler Zamanı’ (Time of The Gypsies)  veya  orijinal ismiyle ‘Domlar Zamanı’ (Boşnakça Dom za Vesanje) filmi.

“Tanrı insanları yarattı, baktı çok mutsuzlar, onlara Domları gönderdi. Konup göçtüler, çalıp söylediler bir gönle düşmek için.” mottosuyla başlar Gönül filmi ve Domların bu, hayata neşeli tarafından bakan göçebe yaşamlarından bir öyküyü yansıtır beyaz perdeye. Yerleşik hayatın kıyısında kendilerine bir yaşam alanı yaratmaya çalışan, günümüzde gittikçe yaşam alanından silinen meslek olma vasfını yitiren ufak tefek zanaat ve uğraşlarla ve düğünlerde kemençe ile çalıp söyleyerek geçimlerini sağlama gayretindeki küçük bir Dom grubunun üyesi olan Pîruz ile yöre ağası Seymen Ağa’nın aklı bir karış havada kızı Sümbül’ün aşkı bağlamında Domların yaşam biçimleri, hayat felsefeleri, köklerine bağlılıkları, gelenek ve göreneklerine sahip çıkmaları ve efsane ve hikayelerinden kesitler neşeli bir atmosferle izleyiciye yansıtılmaktadır. Yer yer hüzne kapı aralansa da filmin genel havası bu minvalde olup hayatın fazla da ciddiye alınmadan kendi mecrasında akıp gideceği üzerinedir. Netice de ‘su akıp yatağını bulacak, her şey olacağına varacaktır’. Bir yerde kalmanın mümkünatı ortadan kalkmışsa, ‘suyun öte yanına geçmenin’, konup göçmenin, yer ve yurt değiştirmenin bin bir yolu ve yordamı vardır. Gelgelelim mezarlıkları olmayan topluluklardır göçebe topluluklar. Sevdiklerinden her birini bir göç yerinde bırakıp gitmenin hüznü ve acısı başlı başına bir trajedidir esasında.

Öykü bir ‘gönle girme’ hikâyesi etrafında dönse de asıl vurgu ‘gönül insan seçer mi’ sorusunadır. Bu soru ötekileştirmeye bir sitemdir aslında. Bu sitem Domlar’ın yüreğini inciten bir yara olmuştur her zaman. Renkli Mezopotamya havzasının solan renkleri arasında ilk sıralarda yer alan Domlar, bu coğrafyanın kabile ve aşiret temelli sosyo kültürel yapısına dahil olup olmama konusunda hep bıçak sırtında bir yazgıyı yaşamışlardır. Bölgenin sosyo kültürel yapısı ne dışlamış ne de tamamen içselleştirmiştir onları. Ayırıcı vasıfları olan müzisyenlik ve hikaye anlatıcılığı yetenekleri ile şevbêrk/şevbûherklerin*, dengbêjlik** geleneği dışında çalgı ve müziğe mesafeli duran Sünni Kürt aşiret gerçekliğinin düğün ve eğlence meclislerinin vazgeçilmezleri olmuşlardır. Öte yandan da mıtrıp veya mıtırp diye isimlendirilip geleneksel katı aşiret yapılanmalarının dışında tutulmuşlardır hep. Veya bir anlamda ‘ne içinde ne dışında’ olmuşlardır bu sosyo/kültürel yapılanmanın. Müzik yetenekleri ve hikaye anlatma becerileri ile bir yandan toplumsal gerçekliğin vazgeçilmez  bir parçası olarak görülmüş ama öte yandan katı soy temelli aşiret yapılanmalarının dışında tutulmuşlardır.

‘Mıtrıp’ Arapça bir sözcük olup ‘çalgıcı’ anlamına gelmektedir. Mıtrıp sözcüğü özellikle Mardin ve çevresinde (Tor, Tûr, Tûrabdin) Domlar için kullanılan bir isimlendirmedir. Mıtrıplar güçlü doğaçlama yetenekleri ile bir anlamda kültürel bellek aktarıcıları olmuşlardır tarih boyunca. Müzik onlar için bir kimlik olduğu kadar yerel halkla bütünleşme vasıtası da olmuştur çoğu zaman. Kürt Halk Hikayelerinin en önemlilerinden olan Binefş ile Cembeli*** hikâyesinin bir çok varyantında Mitirb Ahmet Cembeli’nin en güvendiği arkadaşı, can dostudur ve beylik tahtını bırakıp Binefş’in peşinden gittiğinde Ahmet’i vekili olarak  bırakır yerine. Yine Modern Kürt  Müziği içinde bu kültürden gelen Miradê Kinê’nın çok önemli bir yeri vardır. Bu anlamda mıtırplar ve mıtrıplık Mezopotamya’nın kültürel çeşitliliğinde önemli bir gösterge olmuştur her zaman.

Üç telli yaylı bir müzik aleti olan ve dikey tutularak çalınan kemançeleri (rebap) ile çalıp söyleyerek düğün derneklerin, şevbuherklerin aranan isimleri olarak kimi zaman saatlerce süren hikayeleri, kimi zaman gecelerce süren destanları geçmişten bu güne taşımış, kültürel hafızayı canlı tutmuşlardır. Bu anlamda halk hikayelerinin, destan ve masallarının bu güne taşınmalarında önemli bir görevi icra etmişlerdir mıtrıblar. Geçmişin kültürel mirasını kimi zaman saz/kemançe ile kimi zaman söz ile bu güne aktarmış ve aktarmaya devam etmektedirler. Bu anlamda Türk Halk Edebiyatı’ndaki aşıklık/ozanlık ve halk hikayeciliği geleneğinin Kürtlerdeki versiyonu diyebiliriz bu icracılara. Tabi bu geleneğin canlı bir şekilde devam ettiğini söylemek mümkün olmasa da yöre de hala icracıların olduğunu son zamanlarda yapılan kimi saha araştırmaları ve akademik çalışmalar ortaya koymaktadır.

Yazılı kaynaklardan uzak olan toplumlar müziği geçmişi hatırlamada bir araç olarak kullanmışlardır her zaman. Hatırlama kültürü masal, destan, efsane ve halk hikayeleri vasıtasıyla geçmişten geleceğe taşınmıştır. Farklı dil ve kültürlerde değişik isimlerle adlandırılsa da ozanlık ve hikaye anlatıcılığı geleneği her toplumun kültür atlasında önemli bir yer edine gelmiştir.  Elbette bunda müziğin de çok önemli bir rolü olmuştur. Müzik, bu anlamda toplumların kendilerini her dem yeniden varkılmalarının vasıtası olmuştur. Gelişen teknoloji, şehirleşme, konar göçerliği sürdürmenin modern yaşamda imkânsızlığı bu geleneksel kültürel bellek taşıyıcılığı ameliyesini işlevsiz kılsa, ihtişamlı tahtından indirse de geçmişte ve geçmişin bu güne taşınmasında ağırlıklı bir yerlerinin olduğu gerçeği su götürmez bir hakikattir.

Üzerinde yeteri kadar çalışma yapılmamakla birlikte tarihi kaynakların çoğu Hindistan’dan konup göçerek batıya yönelen Dom toplulukların bir kısmının Mezopotamya’ya, bir kısmının Kafkasya’ya, oradan Balkanlar’a, bir kısmının ise Kuzey Afrika üzerinden Avrupa’ya göçtüklerini ve buralarda yerleşik halkların arasında yaşamaya çalıştıklarını kaydeder. Avrupalılar bunları Mısır üzerinden geldiklerinden dolayı Kıpti/Gypies olarak isimlendirmişlerdir. Mezopotamya’ya göçenlere Dom, Balkanlar ve Avrupa’dakilere ise Rom/Roman denile gelmiştir.

Domların dünyası efsanelerden ve mitolojik arketiplerden bugüne yansıyan neşeli bir oyun ve eğlence halesiyle çevrilidir. Hayata müzik penceresinden bakan bu insanlar ölüme ve güncel hayatın bütün rutinlerine de bu pencereden bakarlar. Mesela kız istemeleri müzikaldir, birbirlerini seven iki gencin aşkı müzikal bir formda ilerler nikah merasimleri müzikle anlam kazanır. Ölümü bile müzikle anlamlandırırlar kendi yaşam felsefeleri içinde. Bu anlamda filmin ana müziklerinin bu şen şakrak yaşam formatına uygun olarak hareketli ve canlı olduğunu söylemek mümkün. Filmin kendisinden çok ön plana çıkan final müziği ile ilgili değerlendirmeyi sona bırakarak diğer filme geçmek istiyorum.

Boşnak yönetmen Emir Kusturica’ın 1988 yapımı filmi Çingeneler Zamanı, Kusturica’nın en iyi filmlerinden biri kabul edilir sinema eleştirmenlerince. Bu film aynı zamanda tamamı Dom dilinde (Domari) çekilen ilk sinema filmidir de. Film, telekinezik güçlere sahip olan Perhan adında bir Dom’un, genç yaşta Yugoslavya’nın küçük bir köyünden çıkıp Milano‘da bir suç şebekesine dahil oluşunu, Azra ile yaşadığı aşk ve kız kardeşi Danira’ya uzun süre sonra tekrar kavuşmak için gösterdiği çabalar etrafında döner. Ama filmi kült kılan özelliği efsaneler, mitler, halk hikayeleri ve büyü ile örülü sembolik anlatım dilidir.  Altın rengi sularda yıkanma, ırmakta yüzen ateşten kayıklar, duvarda asılı Düldül’e binmiş Ali figürü, rüzgara kapılıp giden beyaz duvak vb her biri ayrı bir kültürel geçmişten gelen sembolik göstergeler olarak Kusturica’nın nevi şahsına münhasır anlatımıyla belleğimize kazınmaktadır.

Kusturica’ın filmi atalarının kaderlerini yaşayan evlatların hikayesidir bir anlamda. Filmin çağrıştırdığı coğrafya mı kaderdir , atalarımızdan tevarüs ettiğimiz ‘dikey mirasımız’ mı kaderdir sorusu orta yerde durmaktadır bir anlamda. Tam burada Amin Maalouf’tan**** bir alıntı yapmak iyi olur diye düşünüyorum. Romanlarından değil Ölümcül Kimlikler nam meşhur deneme kitabından. Daha çok romancı kimliği ile bildiğimiz Lübnanlı yazar Amin Maalouf, tarihçi Marc Bloch’tan “İnsanlar babalarından çok, zamanlarının çocuklarıdır.” sözünü aktardıktan sonra şöyle devam eder: “Toparlarsak, içimizden her biri iki mirasa sahip: “dikey” olanı bize atalarımızdan, halkımızın geleneklerinden, ait olduğumuz dini cemaatten geliyor; “yatay” olanı ise çağımızdan, çağdaşlarımızdan. Bana göre en belirleyici olanı sonuncusu ve her geçen gün biraz daha belirleyici oluyor. Bununla birlikte bu gerçek, kendi kendimizi algılayışımıza yansımıyor. Biz “yatay” mirasımızla değil, ötekiyle öne çıkıyoruz.”*****

‘Dikey mirasın’  toplum ve toplulukların yakasına yapışıp bırakmayan inatçı ve yapışkan yapısını etkili bir anlatıya dönüştürmüş Kusturica. Ama bir yandan da ‘hayalleri olmayan bir  insan nedir ki’ sorusu ile de geleceğin hayaller ve değişik yaşam arayışları etrafında  anlam kazana bileceği gerçeğini bir umut ışığı ve gelecek tasarısı olarak ortaya koymaktadır yönetmen.  Tanrı’nın hepimiz için ayrı ve değiştirilemez planlar yaptığına inanıp bu inancı gelecek nesillere de aktarmak çabasındaki haşin ve sert ihtiyar suretlerin değişen dünyanın ağır ve karmaşık düzeni karşısında duramayacakları ya değişim ve gelişime ayak uydurmak yada yok olup gitmek seçenekleri ile yüz yüze kaldıkları gerçeği Kusturica’ın etkili sinema diliyle anlatılmaya çalışılmaktadır. 

Çingeneler Zamanı ve Gönül filmi gerek dünya sinemasında gerek Türk sinemasında sadece icra ettikleri iş ve uğraşlar ile (çalgıcılık, sepetçilik,  falcılık, kalaycılık vb.)  yer yer kısa görüntülerle ve görünüşlerle yer alan Dom topluluklarını merkeze alan ve onların yaşama ve dünyaya ait inanış ve algılarını, yaşam felsefelerini, efsane ve mitlerden mülhem günlük rutinlerini, konar göçerlik veya yaşam alanlarının kıyısına konuveren değişken hayat pratiklerini ortaya koyan filimler olma özellikleri ile özgün sanatsal örneklerdir elbet.

Gelelim her iki filmin kendileri kadar meşhur olan  belki onları da aşan müziklerine. Malum Domlar Zamanı filminin müziklerini Hırvat müzisyen Goran Bregoviç bestelemiştir. Özellikle filmi de aşan bir üne sahip Ederlezi şarkısı Balkanlarda etkin olan Hıdrellez kültürünü dile getiren bir halk ezgisidir. Baharı müjdeler. Bregoviç, Balkan Domları arasında çokça bilinen ve söylenegelen bu halk ezgisini film için yeniden uyarlayarak kullanmış ve bu uyarlama dünyanın sevilen müzikleri arasına girmiştir. Ayrıca Bregoviç, Kusturica’nın diğer birkaç filminin de  (Arizona Rüyası, Yeraltı) müziklerini yapan müzisyendir.

Soner Caner’in Gönül filminin müzikleri ise Kardeş Türküler grubuna ait. Filmin temel yapısına uygun canlı, hareketli, neşeli müzikler. Bu müziklerden geriye kalan ana müzik ise filmin sonunda icra edilen “Seyran” isimli şarkıdır. Bu şarkı bestesi Gomidas Vartabed’e ait Kürtçe bir şarkıdır. Vartabed’in döneminin önemli müzisyenlerinden olup devrin şartlarından nasibini aldığı, sürgüne gönderildiği, araya hatırlı kişilerin girmesiyle tekrar İstanbul’a döndüğünde ise artık besteci ve müzisyen kimliğini kaybettiği ve bir daha kemanını eline alamadığı söylenmektedir. Türkçe, Kürtçe, Ermenice ve Arapça bir çok bestesi olan Vartabed’in bu bestelerinden 2013 yılında Kalan Müzik tarafından ‘Yerkaran’ isimli bir derleme çalışması yapılmış olup filmin sonunda seslendirilen ‘Seyran’ şarkısı bu albümden  alınmıştır.

Müzik hayatın orta yerinde durup durmaktadır. Bütün sanat dallarının da vazgeçilmezi olmuştur her zaman. Şarkılar, türküler yaşamın aynası olmuş kimi zaman, kimi zaman geçmişi, kimi zaman bu günü, kimi zaman hayal dünyasını sırtına alıp ötelere taşımış, insan ruhunun derinliğinden süzülerek sesin büyüsünü ‘avazeyi âleme salan Davut misali’ salarak yeryüzüne yayılmıştır. Lakin müzik her zaman neşe kaynağı olmamıştır. Bazen de hüznün ta kendisi olmuştur Seyran şarkısında olduğu  gibi…

Fadıl KARLIDAĞ

———-

Dipnotlar

*Şevbêrk/Şevbûherk: Dengbêj meclisi. Ağa ve beylerin divanlarında halk hikayelerinin, kahramanlık hikâyelerinin, destan ve masalların cenk meydanı olan bu geleneksel ‘sıra geceleri’ belli zamanlarda icra edilir, yörelerinin namlı dengbêjleri söz söyleme ve hikaye etme alanındaki hünerlerini yarıştırır, halka da hem eğlencesinden  hem de ilminden istifade etmek düşerdi. Adına da kimi yerde şevberk, kimi yerde şevçîla, kimi yerde sıra gecesi, kimi yerde eyvan gecesi, kimi yerde kürsü başı, kimi yerde de herfene gecesi denilirdi ve hala da denilmektedir. Elbet bunların her birinin yöresel icra farkları mevcut. Ama temelde çıkış noktaları ve ana iskeletleri aynıdır.

**Dengbêj:’Tek enstrümanı kendi sesi olan söz ustası. Dengbêj sese nefes ve yaşam verendir. Sesi kelam, kelamı kılam  haline getirendir.’ (Mehmet Uzun)

***Binefşa Narin û Cembeliyê Kurê Mirê Hekariyan-Binefşa  Narin ile Hakkari Beyi’nin Oğlu Cembeli.: Kürt Halk Hikayesidir. Binefş narindir menekşe (binefş) çiçeği gibi. Seher yıldızı gibidir Karacadağ göğünde. Babası Binefş’i zalim Dervêş Bey’e vermemek için kalkıp göç eder Hakkari yaylalarına. Cembeli Hakkari Beyi’nin oğludur, beylik tahtının varisidir. Ama ne zaman ki Binefş’i görür her şeyden vazgeçer. Dervêş Bey, ise baskınla Binefş’in ailesini ve obasını ortadan kaldırıp Binefş’i de zor ile yanına alarak Karacadağ’a döner. Bunu öğrenen Cembeli ise her şeyi geride bırakarak Binefş’e yakın olabilmek için Karacadağ’da Dervêş Bey’in çobanlarından biri olur ve hikayesi dengbêjlerin dilinden bu güne taşınır.

**** Kendi kültürel kodlarımıza ait olan Emin ismini bize niye Amin diye pazarlarlar o da ayrı mevzu. Yakın zamanda okuduğum telif bir makalede  Malik bin Nebi isminin Malek Bennabi şeklinde yazıldığını görmüş, kim bu diye araştırınca Malik bin Nebi ile karşılaşmıştım. Acaba böyle yazınca daha mı etkili oluyor makale yoksa? Neyse isimlendirmeyip geçelim.

*****Amin Maalouf -Ölümcül Kimlikler- Yapı Kredi Yayınları- shf-86,87

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir